Bu yakınlarda verdiği siyasi mesajı çok ilginç bulduğum iki film izledim.
Kolombiya yapımı Monos (2019) ve İspanya yapımı El Hoyo (Platform – 2019). Her
ne kadar bu iki filmin siyasi pozisyonları çok farklı olsa da aralarında bir
ortaklık olduğu kanısındayım. Bu yüzden bu iki filmi aynı yazıda ele alıyorum.
Monos’un siyasi mesajı bugün çok sayıda ülkede yükselişte olan aşırı sağın
siyasi mesajı olarak okunabilir. Film, tamamı 18 yaşın altında üyelerden oluşan
bir gerilla birliğine odaklanıyor. Birlik, örgütün kaçırdığı yabancı (büyük
ihtimalle ABD vatandaşı) bir kadını gözetmekle görevlendirilmiş. Monos,
birliğin adı. Her ne kadar yönetmen filmin adını Yunanca’da “tek” anlamına
gelen “mono”dan temellendirse de filmdeki gençlerin Yunanca bilmedikleri ve
onlar için “mono” kelimesinin İspanyolca’da “maymun” anlamına gelen mono olduğu
aşikar. Haliyle karşımızdaki grubun maymunlar olarak adlandırıldığını
söyleyebiliriz. Gençler de sürekli olarak hayvansal davranışlar göstermekte,
hayvan sesleri çıkarmakta, Batı’nın hayvan doğasına atfettiği biçimde
davranmaktadırlar. Bu gençlerden sorumlu olan ve ara sıra onları denetlemeye
gelen yetişkin örgüt üyesi ise kısa boyu ve gülünç tavırlarıyla rasyonellikten
uzak, hatta insandan aşağı bir varlık olarak resmedilmektedir. Gayrıinsanileştirme
filmdeki neredeyse bütün karakterler üzerinde uygulanır, filmin tek gerçek
rasyonel karakteri ise örgütün kaçırdığı beyaz ve “gelişmiş ülke” vatandaşı
kadındır. Gerilla üyelerinin gayrıinsanileştirilmesinde Amerika kıtasının yerli
halklarına yönelik hayvanlaştırma ve gayrıinsanileştirme stratejileri
uygulanmaktadır. Yani gençler sürekli vücutlarını ve yüzlerini boyamakta, yerli
halkların ritüellerine benzer ayinsel eylemler gerçekleştirmekte; bu yolla da
kendilerinin rasyonel insandan daha aşağı bir türe mensup olduklarının altı
çizilmektedir. Ekibin fiziksel olarak Kolombiya yerlisi özellikleri gösteren
üyesinin lakabının “köpek” olması da bununla ilişkili olarak okunabilir. Film
boyunca gördüğümüz diğer gerilla üyelerinin de rasyonellikten uzak, yalnızca “ilkel”
dürtüleriyle hareket eden ve beyaz “medeni” kadına kıyasla daha “hayvan”
oldukları vurgulanmaktadır.
Tabii ki bu hayvansal gençler “beyaz, medeni ve iyi eğitimli” olan,
İspanyolca’yı da aksanlı konuşan kadın kadar zeki değillerdir. Bu sayede beyaz
olduğu kadar iyi kalpli ve iyi eğitimli de olduğu vurgulanan kadın karakterimiz
aklıyla bu “yarı-hayvan” gerilla üyelerini alt ederek kaçmayı başarır, her ne
kadar o yaşına dek büyük ihtimalle hayatında orman görmüş olmasa da. Burada
beyaz kadının başında nöbet tutan gerilla üyesin kıza en çok ne istediğini
sorduğu sahneye de değinmek gerekir. Gerilla genç kız bu soruya en çok istediği
şeyin televizyonda dans etmek olduğunu söyleyerek cevap verir. En büyük hayalı
televizyonda dans etmek olan gerilla kız ile bu dünyada çok daha mühim
kaygıları olan ama bir şekilde o kızın esiri olmuş batılı beyaz kadın
arasındaki “bilinç düzeyi” farkı bu şekilde vurgulanmaktadır.
Monos filminde “öteki” bir korku unsuru olarak kullanılmakta, onun kötü
olduğu değil ama bir tür hayvan olduğu iddia edilmektedir. Yani boyalı vücutlu
yerliler, şiddetten ve seksten başka şey bilmeyen vahşi Latin gençleri,
rasyonellikten nasibini almamış Latin Amerikalı gerilla savaşçıları korkmamız
gereken unsurlar olarak kodlanmaktadır. Dahası, irrasyonel ve hayvansı
oldukları için onlarla diyalog kurmamız imkansızdır. Beyaz kadının hala sağ
olduğundan emin olmak için İngilizce konuşulan memleketinden (büyük ihtimalle
ABD) telefon açılır, yalnızca kadının bilebileceği sorular sorulur. Gözyaşları
içerisinde favori süperkahramanının Spiderman olduğunu öğreniriz. Telefon kapanır,
İngilizce bilmeyen gençler panik içerisinde ineğe dair bir şey sorup
sormadığını öğrenmek isterler, çünkü birliğin sorumluluğundaki inek yanlışlıkla
öldürülmüştür. Bir tarafta Spiderman hayranı, beyaz batılı karşısında ise öyle
Sıpaydır falan bilmeyen, bütün derdi inek olan vahşi bakışlı esmer gençler.
Konunun bir anda Spiderman’den ineğe gelmesini anlayamayarak boş gözlerle
gençlere bakan beyaz kadının meseleyi anladığında yüzünde beliren (ya da belki
de benim belirdiğini hayal ettiğim) aşağılama ifadesi benim film yorumumda
önemli bir yer tuttu.
Bu filmi El Hoyo (Platform) ile ilişkilendireceğim yere de diyalog kurmanın
imkansızlığından doğru bağlanacağım. Film bize açıkça şunu göstermektedir,
muhataplarımız irrasyoneldir, insandan çok hayvana benzerler. Bu yüzden onlarla
diyalog kurmak, iletişim yoluyla sorun çözmeye çalışmak, onlara yönelik söz
üretmek anlamsızdır. Yapmamız gereken nedir? Yeri gelir Trump’ın duvarı olur,
yeri gelir yukarıdan yollanan bombalar olur, orasına bizi korumakla görevli
büyüklerimiz karar verecektir.
El Hoyo siyasi olarak Monos’tan çok farklı bir film. Monos ırkçı ve aşırı
sağcı bir film olarak karşımıza çıkarken El Hoyo tam da bu ırkçılığa ve aşırı
sağa eleştirel yaklaşır. Film, her katta yalnızca iki mahkumun bulunduğu
cezaevi benzeri bir yapıyı bize gösterir. Yemek birinci kattan yollanan bir
platform aracılığıyla hücreler arasındaki boşluktan iner, her katta iki dakika
kadar durur. Bu şekilde yemek artıkları ve boş tabaklar en aşağı kata kadar
inerler. Ayda bir tüm mahkumların bulundukları kat değiştirilir.
El Hoyo’yu ilginç kılan şeylerden biri siyasi mesajının bugün hakim olan
muhalif yapımlardan oldukça farklılaşması. Bu mesajı şöyle özetleyebiliriz: “Değişim
aşağıdan yukarıya gerçekleşmez.” Yani, değişim yukarıdan aşağı gerçekleşecektir.
Açlık ve yoksullukla boğuşan aşağıdakiler (alt sınıflar) hem gerekli maddi
imkanlardan hem de siyasi bilinçten yoksundur, kendisinden başkasını düşünme
seçeneği yoktur, onlardan değişim beklemek dangalaklıktan başka bir şey
değildir der yönetmen. Hele elinde kitapla aşağı inip, aç olan aşağıdakileri
bilinçlendirebileceğine inanan entelektüellerle alenen dalga geçmektedir. Tabii,
bu arada yukarıdakilere olan eleştirisini de eksik etmez. Her şeyden önce eğer
herkes ihtiyacı kadar yerse yemeğin en alta kattakilere bile yeteceği iddiasının
yanlış olduğunu bize gösterir. Yukarıdakilere yönelen bir başka eleştirisi ise
oldukça açıktır, elinde iple tepeye ulaşmaya çalışan Afrikalı Baharat’ın
suratına sıçan üst sınıf tavırlı beyaz çift bu eleştiriyi açıkça ortaya koyar.
Yani, değişim yukarıdan gelmelidir ama yukarı çıkmak da çok zordur. Ana
karakterimiz bunu Baharat’a her zaman yukarı çıkmasını engelleyecek birinin
olacağını söyleyerek vurgular.
Tekerlekli sandalyedeki yabancı bilge siyah karakter önce diyalog sonra
sopa öğüdünü verir aşağıya giden karakterlerimize. Ama hemen aşağıdakilerle
diyalog kurmanın imkansız olduğunu anlarız, sadece sopa işe yaramaktadır.
Fakat, bu öğüt boşa verilmemiştir. Öğüt aşağıdakilerle değil yukarıdakilerle
olan ilişkilerin doğasına dairdir. Aşağıya söz üretmek anlamsızdır,
aşağıdakiyle bu türden bir iletişim gerekesizdir. Yukarı çıkmak da güç olduğuna
göre karakterlerimizin elinde tek seçenek kalır, yukarıya yönelik söz üretmek.
Yani en tepedekilere mesaj göndermek, onların vicdanına konuşmak, onların
bilincini değiştirmeye çalışmak.
Bu noktada aşağıda linkini vereceğim Sezai Koyunbakan’ın bu filme dair
eleştirisinde bahsettiği iki noktaya da değinmek isterim. Bunlardan ilkini
Koyunbakan şöyle ifade ediyor: “eşitsizliği yapılandıran insanlararası
ilişkileri görebilmemiz lazım, filmde bu yok...” Ben filmin Foucaultcu anlamda iktidar
ilişkilerini öne çıkardığını düşünüyorum. Yani iktidarı (power) doğrudan sahip
olunamayan, yine doğrudan bireyler üzerine uygulanamayan, ama eylemler üzerine
uygulanan, yani mümkün eylemleri, eylenebilecek alanı şekillendiren bir biçimde
kavradığımız takdirde her kattaki mahkumların iki dakika içerisinde platformda
yaptıkları eylemlerin alt kattaki mahkumların mümkün eylemlerini
şekillendirdiğini ve bu biçimde onların eylemleri üzerinde iktidar kurduğunu düşünebiliriz.
Platformu mümkün eylemleri içeren bir dünya olarak kurguladığımızda her mahkum
tam da platform üzerindeki eylemleriyle, mesela platforma tükürmesiyle,
aşağıdakilerin eylemlerini etkilemekte, bir dereceye kadar onları
şekillendirmektedir. Ana karakterimiz bu yüzden aşağıdakileri platforma
sıçmakla tehdit eder, zira iktidarı ancak platform üzerinde eyleyerek
kurabilmektedir, aşağıdaki bireyler üzerinde değil. Bu yüzden filmin
insanlararası ilişkileri gözden kaçırmadığını, aksine bu ilişkileri doğrudan
ilişkilerle sınırlamaktansa genel olarak iktidar ilişkileri olarak ele almak
istediği için platform üzerindeki eylemler vasıtasıyla yansıttığını
düşünmekteyim.
Koyunbakan’ın ikinci eleştirisi ise şu şekilde ifade edilmiş: “altta olanın
bir ay sonra kendisini çok yukarıda bulma ihtimali bu eşitsiz yapının toplumsal
bir ilişkiyle sürdürülmediği anlamına geliyor.” Burada da ben filmin sistemin
sürekliliğinde toplumsal ilişkileri dışlamadığını, aksine mahkumların sürekli
yerini değiştirme yoluna giderek sorumluluğu mahkumların tamamına yüklediğini
gösterdiğini düşünmekteyim. Ana karakter Goreng bunu çok iyi ifade eder hücre
arkadaşı Trimagasi’ye sistemi veya yukarıdakileri değil onu sorumlu tuttuğunu
söylediğinde. El Hoyo sistemin sürdürülmesinin sorumluluğunu hepimizin üstüne
bindirmektedir. Bunu yaparken eylemlerimizin yukarıdakilerin uyguladığı iktidar
tarafından koşullandırıldığını gösterir ama bir yandan biz de aşağıdakilerin
eylemlerini koşullandırmaktayız. Bu şartlar altında aşağıdakine yönelik söz
üretmek anlamsızdır çünkü platform üzerindeki eylemlerimizle iktidarımızı
kullanarak aşağıdakinin eylemlerini zaten şekillendirme imkanımız vardır, ne
yazık ki bu imkanımız yukarıdakilerin iktidarınca sınırlandırılır. Tam da bu
yüzden yapabileceğimiz tek şey, vicdanına seslenerek veya tehdit ederek ama bir
biçimde, en yukarıdakini ikna etmeyi başarmaktır.
Her ne kadar Monos ve El Hoyo siyasi olarak çok farklı konumlarda olsalar
da iki film de sözün dönüştürücü gücünü küçümsemektedir. İki film de, çok
farklı biçimlerde olsa da, sisteme ya da yönetenlere değil, yönetilenlere yönelik
bir güvensizliğin dışavurumu olarak okunabilir. Monos bunu ötekini
gayrıinsanileştirerek, hayvanlaştırarak, ötekinin yaşamını değersizleştirerek
ve onu bir korku unsuru olarak inşa ederek yapar. El Hoyo ise ötekinin
bilincinin maddi koşullar tarafından belirlendiğini bu koşulları değiştirmeden
ötekinin bilincini değiştirmenin imkansız olduğunu, koşulları da yalnızca en
tepedekilerin değiştirebileceğini iddia ederek yalnızca en yukarı yönelen sözün
meşruluğunu muhafaza eder, geri kalan her türlü sözü ise anlamsız kılar.
Aşağıdakiyle konuşmak gereksizdir, yukarıdaki de zaten seni dinlemeyecektir.
Ama en yukarıdakine bir şekilde ulaşabilirsen o iradesini tüm aşağıdakilere
dayatmak yoluyla maddi koşulları değiştirebilir.
İki film de bir biçimde neoliberalizmin Thatcher tarafından
meşrulaştırılmış sloganını akla getirmektedir: Alternatif yoktur (There is no
alternative). El Hoyo, her ne kadar muhalif bir yapım olsa da, sistemin bir
alternatifi olabileceğini düşünmez. Haliyle olası değişiklikleri sistemin
içinde kalarak kurgular. Sistemin topyekün ortadan kalktığı, katların ve
platformun varolmadığı bir dünyayı gündemine bile almaz. Monos bu konuda bu
kadar derinlikli değildir ama onu izlerken de sistemin bir alternatifi olmadığı
hissine kapılırız. Her iki filmin de üstüne konuşulması gerektiğini
düşünüyorum. Monos aşırı sağın duygu dünyasını olanca netliğiyle ortaya koyduğu
için önemli, El Hoyo ise solun git gide daha da içine düştüğü karamsarlığı ve
umutsuzluğu yüzümüze vurduğu için.
Not
Sezai Koyunbakan'ın bahsi geçen eleştirisi şu videoda izlenebilir: https://www.youtube.com/watch?v=n3vbVnDHnx4