21 Mayıs 2020 Perşembe

İçinizdeki Erdoğanlar*


AKP iktidarına özgü olmamakla birlikte genellikle bu iktidarla özdeşleştirilen bir entelektüel düşmanlığı, okur-yazar düşmanlığı, cehaletin yüceltilmesi ve temelsiz özgüvenin en kutsal nitelik sayılması durumu söz konusu. Bu akımın dünyada yükselişte olduğunu Trump, Bolsonaro, Orbán, Duterte gibi çok sayıda siyasi liderin güçlenişi gösteriyor. Burada yeni bir şey yok aslında. Okuduğun yazdığın sana para kazandırmıyorsa, bana para kazandırmıyorsa, memleketin düşmanlarını helak etmeye de yaramıyorsa boş iştir diyen ilk insanlar bunlar değil. Haliyle Alev Alatlı çıkıp “Dickens aslında yokmuş” dediğinde gülüp geçiyoruz.

Yukarıda bahsettiğim akım güçlendiğinde topluluğun entelektüellerini de ciddi biçimde etkiliyor. Altını doldurmadan büyük laflar etmek, tespitler yapmak, hüküm vermek, nokta koymak yaygınlaşıyor. Afilli kelime ve atıflara boğulmuş, temelsiz biçimde birbiriyle ilişkilendirilmiş çıkarımlar boy göstermeye başlıyor. Entelektüel kesime mensup isimler hakim olmadıkları kavramları bolca kullanmaktan, o kadar iyi bilmedikleri literatüre atıflar yapmaktan çekinmez hale geliyor. Bunu çok tehlikeli buluyorum. Zira entelektüel faaliyeti, eleştirel düşünceyi cezaevine tıkıp, tehdit edip, küfür hakaret ederek bitiremezsiniz ama pekala içeriden çürütebilirsiniz. İktidara muhalif olduğunu düşünen çok sayıda isim bu türden yazılar yazıyor ve bu yazılarında iktidar ile olan düşünce ortaklığını da (kendilerinin dahi farkında olmadıkları bir ortaklık) ortaya koyuyor. Saygısızlık etme amacı gütmeden sayın Yasemin Varlık'ın 16 Ağustos 2019 tarihinde Gazete Duvar'da yayınlanan “Feminizm ve kimlik siyasetinin bedelleri”1 başlıklı yazısını bu çerçevede incelemek durumundayım. Bu cevabı yazmamın birkaç sebebi var. İlki yazarın ilk paragrafında “kimlikçi çokkültürcülük ideolojisinin hegemonyası” diye bir şeyden bahsederek yazıya başlaması. Öyleyse benim de kimlik nedir, çokkültürcülük nedir, ideoloji nedir, hegemonya nedir, bunların hepsi birleşince ne oluyor türünden kafamda dolaşan soruları bir metin biçiminde örgütleyip bunu kamuoyu ile paylaşma hakkımı kullanmam gerekiyor. İkinci gerekçe yazarın “Batı'nın palazlandırdıkları” vs. türünden ithamlar kullanmaktan çekinmeyişi ve bunun meşru bir cevap hakkı doğurması. Üçüncü gerekçe ise yazarın dili ile günümüz muktedirlerinin dili arasındaki benzerliklerinden doğru bir takım ‘çok muhalifler’in ‘muktedirler’ ile aynı duygu ve düşünce dünyasını paylaştıklarını göstermek.

İlkinden başlayalım. Yazar kimlik siyasetine dair, kendi deyimiyle, “herkesin az çok aşina olduğu” tartışmalara değiniyor. Herkes az çok aşina olduğuna göre herkes bu konularda söz söyleyebilir, buralarda at koşturabilir zira herkes az çok aşinadır. Yani bu meseleye dair sağda solda devrimci demokrat arkadaşlarla tartışan da az çok aşinadır, bu konuya 30 senesini veren hoca da az çok aşinadır. Bunu söylemek zihin emeğine saygısızlıktır. “Kimlik bağlamsal, tarihsel ve politiktir” demekle bu konu üzerine söz söyleme hakkı doğmaz. Her şey bağlamsal, tarihsel ve politiktir. Bunu söylemekle kişi bir şey söylemiş olmaz, lakin bağlam, tarih ve politika kelimelerini kullanarak bir şey söylemiş gibi görünür. Yani Bolsonaro'nun yapmadığını yapar, entelektüeli kendi dilini kullanarak değersizleştirir. Buradan başörtüsüne, mazlum dindar-ceberrut cumhuriyet söylemine, oradan oraya atlayarak bir takım siyasi hedeflere ulaşmaya çalışırken bu konular üzerine bir ömür çalışma yürütmüş insanların çalışmalarının değersizleştirildiği görülmez bile. Keza “kimlik iddiasında bulunan her grup kendisinden daha büyük güç ilişkilerine öyle ya da böyle eklemlenir” demekle de kişi bir şey söylemiş olmaz.

“...yüzde yirmilere varan işsizlik mağduriyet değildir, var olan çok sınırlı sayıda işe alımda lezbiyenlerin, transların, Romanların tercih edilmemesi mağduriyettir” cümlesine bakalım mesela. Bu cümleyi kim kurmuş? Tabii ki hiç kimse. İşin sırrı burada işte. Erdoğan ekolü, Uribe ekolü, Trump ekolü. Tıkır tıkır işliyor, kimsenin asla kurmadığı bir cümleye cevap vererek hasmını aşağıla. Sanki gerçekten “yüzde yirmilere varan işsizlik mağduriyet değildir” diyen varmış gibi. İşe alımda transların, Romanların tercih edilmemesi de evet mağduriyettir. Derdim işin bu kısmına cevap vermek değil ama şuna cevap vermeyi gerekli görüyorum, “yığınlar ezilmenin yalnızca ama yalnızca kültürel sonuçlarının kimlik çerçevesinde söze dökülmesini” nasıl onaylıyor? Yalnızca ama yalnızca kültürel olan bir sonuç yoktur. Kültürü siyaset olmadan, siyaseti iktisat olmadan, iktisadı kültür olmadan düşünmek mümkün değildir. Bunlar farazi sınırlardır, mesele üzerine çalışan herkes görebilir ki her kültürel olgu aynı zamanda politiktir ve aynı zamanda ekonomiktir ve aynısı her politik ve ekonomik olgu için de geçerlidir.

Haliyle kişinin etnik kimliği yüzünden işe alınmaması “yalnızca ama yalnızca kültürel sonuç” falan değildir. Kültürel, toplumsal, siyasi, ekonomik vs. sonuçtur, nitekim yalnızca sonuçtur. Her ne kadar yazar açıktan söylemese de kendini “sosyal devletten -ya da herhangi bir devletten- mahrum edilmiş yurtsuz yurttaş olarak görmeyi bırakıp sömürü ve baskıyı konuşmanın tek mümkün dili haline gelen kimlik retoriğini benimseyen” derken kast edilenler arasında Kürtlerin de olduğu düşünülebilir. Kürtlerin devletten mahrum edilmekten ziyade tam da devlet tarafından nefes alamayacak hale getirildiklerini, aynısının bütün bu “kimlik siyasetleri” olarak aşağılanan özneler için de geçerli olduğunu anlatmaya gerek yok. Gerek yok çünkü modern devlet üzerine yüz seneden fazladır yazıldı, çizildi, bütün bu meseleler anlatıldı. Merak eden açıp okur, libgen var sci-hub var akademik metinlere ücretsiz erişmek mümkün. Derdi öğrenmek olan açar okur.

“Neoliberalizm bir demokratik hak olarak ezilenlere varoluş koşullarının kültürel kısmını görünür ve değerli kılma (bu arada bu kültürel kodlara yapışma), farklılık fetişizmine dayanarak birbirlerini ezme, mikro iktidarlara oynayarak küçük egemenliklerin keyfini çıkarma olanağı verir.” Nokta. Yazar kesin hüküm vermiş. Yani, neoliberalizm size kültürel kısmınızı (her neyse artık) gösterme hakkını veriyor, siz de birbirinizi eziyorsunuz. “Söylemeye gerek bile yok, kimliğin sözcülüğünü yapabilecek sosyal ağlara ve kimlik dilinin bilgisine ulaşımı olan orta üst sınıflar, bir yandan kimliğin mağduriyetini oluşturan deneyimlerden uzak yaşayıp (başörtüsü yüzünden mecbur Amerika’da okudu, Kürt kadın olduğu için mecbur Birleşmiş Milletler kalkınma projesinin yöneticiliğine soyundu, Türkiye’de ötekileştirildiği için Londra’da mastır yapıyor!) bir yandan da kimlik üzerinden devşirilen sembolik sermayenin keyfini çıkarır.” Ben size bu cümleyi tercüme edeyim: “Ahmet Türk de ağaymış zaten.” Hiç cevap vermiyorum. Merak eden kim cezaevinde, kim ihraç edilmiş, kimin başına ne gelmiş açar bakar. Dile dikkatinizi çekmek istiyorum ama çünkü muktedirlerin diliyle bu dil arasındaki benzerlik çok önemli. “Boğaz'da viski içenler” diyen dil bu. Biraz dikkatli bakınca görünüyor.

“LGBT kimlikler de cinsiyet ve cinselliğin ötesinde politiktir.” Kişi bunu söylemekle de bir şey söylemiş olmaz. Buradan sonra “Türkiye’de de anaakım feministlerin bir türlü sormadığı ‘Trans kimdir?’ ve ‘Onu illa trans aktivistler mi temsil eder?’” sorularına da değinmiş sayın yazar. Tanımlamak lazım demek ki, sınıflandırmak lazım. Neredeyse Translık eğer Trance müziği sevmekse dört dörtlük transım diyecek. Ciddiyetimi muhafaza edemedim, kusura bakmayın. Ama “Aleviyim diye ortaya çıkıp Hz. Ali'nin yaşam şeklinden uzak olanlara söyleyecek hiçbir şeyim yok” diyen dili görüyor musunuz? Dikkatlice bakın. Başka ne diyor sayın yazar, “...yapılan araştırmalara bakarsak trans, lezbiyen ya da gay diye sorunsuz bir kategori olmadığını görürüz.” Yani, neymiş? Siz aslında yoksunuz. Bilimsel olarak kanıtlanmış. Yani tikel bir biçimde tanımlanmayı reddediyorsanız yoksunuz.

“Anaakım feminizmin kaçındığı başka bir soru da şu; nasıl oluyor da trans aktivistler cinsiyetin maddiliğini sorgulayabilecek kadar güçlenebiliyor da cinsiyet belasından muzdarip diğerlerinin sesi pek duyulmuyor? Mesela bugün günde en az bir kadın öldürülüyorsa, onlarca hatta yüzlerce kadın da ölümle tehdit ediliyor ama ortada ‘hayatı tehlikede olan kadınlar’ diye bir kimlik yok.” Bakın mesela bu da yok. Yazar yok diyorsa yok çünkü yazar biliyor. Dünyanın sömürüden fazlasıyla nasibini almış bir kıtası “nos están matando” diye inliyor olabilir. Ama yazar biliyor, böyle bir kimlik yok. Neden? “Çünkü neoliberal kimlik ve çokkültürcülük ideolojisi sisteme ilişkin yapısal eleştirilere ya da neoliberal patriyarkanın yol açtığı mağduriyetlerin dillendirilmesine izin vermiyor.” Neoliberal kimlik ve çokkültürcülük ideolojisi nedir? Bilmiyoruz. Ama belli ki çok güçlü bir şey, o izin vermezse bir şey dillendirilemiyor. Haliyle bir şey dillendirilebiliyorsa tam da küresel güçler istediği için, bunlar hep Amerika'nın oyunu ve buradan sonra önümüz açık. Dildeki benzerliği görüyor musunuz?

“Batılı bilimin öncelikli araştırma gündemi ve yine Batı’dan finanse edilen sivil toplumculuk sayesinde ‘demokratikleşmeci kimlik’ olarak sahneye çıkan hemen herkes orantısız şekilde palazlandırılıyor.” Yani yazar diyor ki, Batı sizi palazlandırıyor, Batı sizi finanse ediyor. Nasıl? Ayıp mı? Sayın yazar yerine ben söyleyeyim, ayıp diye bir şey de yok. Eskide kaldı. “Batı tarafından finanse edilen sivil toplumculuk” diyor bakın. Cezaevindeki arkadaşlara diyor, ihraç edilenlere. AB fonu diyor. Erdoğan başka bir şey mi diyordu? Demokrasi diye sizi palazlandırıyorlar çünkü hep Batı’nın oyunu bunlar diyor. Der. Çünkü Alevi'yi, Kürt'ü, transı falan tanımlamaktan “edep” nedir onu tanımlamayı unuttuk. Batılı bilim diyor mesela, yerli ve milli olmayan bilim değil mi bu? Alatlı burada saklı değil mi? AKP gökten zembille inmedi işte, tam da bu cümleleri kurmaya müsade eden kültürel kodların üstünde oturuyor.

“Trans aktivistler bir zamanlar ana akım feminizmin onayladığı kimlik inşası prosedürüne harfi harfine uyuyor ve her şeyi doğru yapıyor; ırkçılık ve beyaz Türklük suçlaması, intihara sürüklenen trans haberi üzerinden mağdurluk anlatısı, bir zamanların ‘eril dil’ avcılığına tıpa tıp benzeyen fobik ifade avcılığı, solun cesedinin üzerinde tepinerek yapılan demokratikleşme ve iktidarı kırışalım çağrısı.” Nasıl, ayıp mı? Utandınız mı? Ben utandım, onun için yazıyorum. Başka birkaç şeyin de altını çizmek için.

1. Bilimsel ve düşünsel çalışmalar ciddi bir emek sonucu ortaya çıkar. Kıymetlidir. “Neoliberal çokkültürlü hegemonik ideolojik kimlik” falan diye her biri ciddi düşünsel emek sonucu oluşmuş kavramları çorba etmek bu emeğe saygısızlıktır. “Herkesin az çok bildiği gibi” diye cümleye başlayıp öznel yargılarla devam etmek de iktidar sahiplerinin taktiğidir, hoş değildir.

2. İnsanların yıllarca hapis yattıkları, hayatlarının mahvedildiği ülkede çıkıp “Batı'nın finanse edip palazlandırdığı sivil toplum” falan demek ayıptır. Biraz bekleyin, hapisten çıksınlar, sonra yüzlerine söylersiniz. Batılı bilim diyerek insanları aşağılamayın, onların söylemedikleri sözlere cevap vermeyin. Burada benim yaptığım gibi tırnak işareti içerisine alıntıyı yazın, ona cevap verin. Yoksa “bunlar aydın değil karanlık” diyenlerden farkınız kalmaz. Böyle baskı ortamlarında hoş değil.

3. Tanımlama hoş bir şey değildir, çoğu kez haddinize de değildir. Tanımlamaya değil anlamaya çalışırsanız daha hoş olur.

4. Türkiye'nin en ciddi sorunlarından biri 'gavur düşmanlığı'dır. Ötekine yönelen nefrettir. Biz-onlar ikiliğinin getirdiği kutuplaşmadır. Sonuçlarını merak eden Ekin Wan'ın çıplak bedeninin paylaşıldığı sosyal medya hesaplarına ve oralarda yapılan yorumlara baksın. Evet, bu vahşet Avrupa'da protesto edildi. Türkiye'de protesto edilemediği için. Ben burada dalga geçilecek bir şey göremiyorum. Hüzünlü bir şey var burada. Onun arkasından da ufak bir Süleyman Soylu sesi çarpıyor kulaklarıma: “Dışarıda hainlik yapıp, içeride, Türkiye'de keyfini, sefasını sürmek bundan sonra kolay değil.” Aynı şeydir demiyorum kuşkusuz yanlış anlaşılmasın, ama dildeki benzerliği görüyorsunuz sanıyorum. Bu benzerlikle mücadele etmek gerektiği kanısındayım. Bu çerçevede yazdığım bu yazıda haddimi aştıysam kusuruma bakmayacağınızı umarım. Bu dili farklı mecralarda yeniden üretmenin yalnızca iktidara yaradığını düşündüğüm için yazdım. Bütün kaygım budur.



Notlar
* Bu yazı ilk olarak kişisel Facebook hesabımda 18 Ağustos 2019 tarihinde yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Zapatista ayaklanmasının 30. yıl dönümü kutlamalarından izlenimler

1 Ocak 2024, Zapatista ayaklanmasının otuzuncu yıl dönümüydü. ABD, Kanada ve Meksika arasındaki Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın ...