AKP iktidarına özgü olmamakla birlikte genellikle
bu iktidarla özdeşleştirilen bir entelektüel düşmanlığı, okur-yazar düşmanlığı,
cehaletin yüceltilmesi ve temelsiz özgüvenin en kutsal nitelik sayılması durumu
söz konusu. Bu akımın dünyada yükselişte olduğunu Trump, Bolsonaro, Orbán,
Duterte gibi çok sayıda siyasi liderin güçlenişi gösteriyor. Burada yeni bir
şey yok aslında. Okuduğun yazdığın sana para kazandırmıyorsa, bana para
kazandırmıyorsa, memleketin düşmanlarını helak etmeye de yaramıyorsa boş iştir
diyen ilk insanlar bunlar değil. Haliyle Alev Alatlı çıkıp “Dickens aslında
yokmuş” dediğinde gülüp geçiyoruz.
Yukarıda bahsettiğim akım güçlendiğinde
topluluğun entelektüellerini de ciddi biçimde etkiliyor. Altını doldurmadan
büyük laflar etmek, tespitler yapmak, hüküm vermek, nokta koymak yaygınlaşıyor.
Afilli kelime ve atıflara boğulmuş, temelsiz biçimde birbiriyle
ilişkilendirilmiş çıkarımlar boy göstermeye başlıyor. Entelektüel kesime mensup
isimler hakim olmadıkları kavramları bolca kullanmaktan, o kadar iyi
bilmedikleri literatüre atıflar yapmaktan çekinmez hale geliyor. Bunu çok
tehlikeli buluyorum. Zira entelektüel faaliyeti, eleştirel düşünceyi cezaevine
tıkıp, tehdit edip, küfür hakaret ederek bitiremezsiniz ama pekala içeriden
çürütebilirsiniz. İktidara muhalif olduğunu düşünen çok sayıda isim bu türden
yazılar yazıyor ve bu yazılarında iktidar ile olan düşünce ortaklığını da
(kendilerinin dahi farkında olmadıkları bir ortaklık) ortaya koyuyor.
Saygısızlık etme amacı gütmeden sayın Yasemin Varlık'ın 16 Ağustos 2019
tarihinde Gazete Duvar'da yayınlanan “Feminizm ve kimlik siyasetinin bedelleri”1
başlıklı yazısını bu çerçevede incelemek durumundayım. Bu cevabı yazmamın
birkaç sebebi var. İlki yazarın ilk paragrafında “kimlikçi çokkültürcülük
ideolojisinin hegemonyası” diye bir şeyden bahsederek yazıya başlaması. Öyleyse
benim de kimlik nedir, çokkültürcülük nedir, ideoloji nedir, hegemonya nedir,
bunların hepsi birleşince ne oluyor türünden kafamda dolaşan soruları bir metin
biçiminde örgütleyip bunu kamuoyu ile paylaşma hakkımı kullanmam gerekiyor.
İkinci gerekçe yazarın “Batı'nın palazlandırdıkları” vs. türünden ithamlar
kullanmaktan çekinmeyişi ve bunun meşru bir cevap hakkı doğurması. Üçüncü
gerekçe ise yazarın dili ile günümüz muktedirlerinin dili arasındaki
benzerliklerinden doğru bir takım ‘çok muhalifler’in ‘muktedirler’ ile aynı
duygu ve düşünce dünyasını paylaştıklarını göstermek.
İlkinden başlayalım. Yazar kimlik siyasetine
dair, kendi deyimiyle, “herkesin az çok aşina olduğu” tartışmalara değiniyor.
Herkes az çok aşina olduğuna göre herkes bu konularda söz söyleyebilir,
buralarda at koşturabilir zira herkes az çok aşinadır. Yani bu meseleye dair
sağda solda devrimci demokrat arkadaşlarla tartışan da az çok aşinadır, bu konuya
30 senesini veren hoca da az çok aşinadır. Bunu söylemek zihin emeğine
saygısızlıktır. “Kimlik bağlamsal, tarihsel ve politiktir” demekle bu konu
üzerine söz söyleme hakkı doğmaz. Her şey bağlamsal, tarihsel ve politiktir.
Bunu söylemekle kişi bir şey söylemiş olmaz, lakin bağlam, tarih ve politika
kelimelerini kullanarak bir şey söylemiş gibi görünür. Yani Bolsonaro'nun
yapmadığını yapar, entelektüeli kendi dilini kullanarak değersizleştirir.
Buradan başörtüsüne, mazlum dindar-ceberrut cumhuriyet söylemine, oradan oraya
atlayarak bir takım siyasi hedeflere ulaşmaya çalışırken bu konular üzerine bir
ömür çalışma yürütmüş insanların çalışmalarının değersizleştirildiği görülmez
bile. Keza “kimlik iddiasında bulunan her grup kendisinden daha büyük güç ilişkilerine
öyle ya da böyle eklemlenir” demekle de kişi bir şey söylemiş olmaz.
“...yüzde yirmilere varan işsizlik mağduriyet
değildir, var olan çok sınırlı sayıda işe alımda lezbiyenlerin, transların,
Romanların tercih edilmemesi mağduriyettir” cümlesine bakalım mesela. Bu
cümleyi kim kurmuş? Tabii ki hiç kimse. İşin sırrı burada işte. Erdoğan ekolü,
Uribe ekolü, Trump ekolü. Tıkır tıkır işliyor, kimsenin asla kurmadığı bir
cümleye cevap vererek hasmını aşağıla. Sanki gerçekten “yüzde yirmilere varan
işsizlik mağduriyet değildir” diyen varmış gibi. İşe alımda transların,
Romanların tercih edilmemesi de evet mağduriyettir. Derdim işin bu kısmına
cevap vermek değil ama şuna cevap vermeyi gerekli görüyorum, “yığınlar
ezilmenin yalnızca ama yalnızca kültürel sonuçlarının kimlik çerçevesinde söze
dökülmesini” nasıl onaylıyor? Yalnızca ama yalnızca kültürel olan bir sonuç
yoktur. Kültürü siyaset olmadan, siyaseti iktisat olmadan, iktisadı kültür
olmadan düşünmek mümkün değildir. Bunlar farazi sınırlardır, mesele üzerine
çalışan herkes görebilir ki her kültürel olgu aynı zamanda politiktir ve aynı
zamanda ekonomiktir ve aynısı her politik ve ekonomik olgu için de geçerlidir.
Haliyle kişinin etnik kimliği yüzünden işe
alınmaması “yalnızca ama yalnızca kültürel sonuç” falan değildir. Kültürel,
toplumsal, siyasi, ekonomik vs. sonuçtur, nitekim yalnızca sonuçtur. Her ne
kadar yazar açıktan söylemese de kendini “sosyal devletten -ya da herhangi bir
devletten- mahrum edilmiş yurtsuz yurttaş olarak görmeyi bırakıp sömürü ve baskıyı
konuşmanın tek mümkün dili haline gelen kimlik retoriğini benimseyen” derken
kast edilenler arasında Kürtlerin de olduğu düşünülebilir. Kürtlerin devletten
mahrum edilmekten ziyade tam da devlet tarafından nefes alamayacak hale
getirildiklerini, aynısının bütün bu “kimlik siyasetleri” olarak aşağılanan
özneler için de geçerli olduğunu anlatmaya gerek yok. Gerek yok çünkü modern
devlet üzerine yüz seneden fazladır yazıldı, çizildi, bütün bu meseleler
anlatıldı. Merak eden açıp okur, libgen var sci-hub var akademik metinlere
ücretsiz erişmek mümkün. Derdi öğrenmek olan açar okur.
“Neoliberalizm bir demokratik hak olarak
ezilenlere varoluş koşullarının kültürel kısmını görünür ve değerli kılma (bu
arada bu kültürel kodlara yapışma), farklılık fetişizmine dayanarak
birbirlerini ezme, mikro iktidarlara oynayarak küçük egemenliklerin keyfini
çıkarma olanağı verir.” Nokta. Yazar kesin hüküm vermiş. Yani, neoliberalizm
size kültürel kısmınızı (her neyse artık) gösterme hakkını veriyor, siz de
birbirinizi eziyorsunuz. “Söylemeye gerek bile yok, kimliğin sözcülüğünü
yapabilecek sosyal ağlara ve kimlik dilinin bilgisine ulaşımı olan orta üst
sınıflar, bir yandan kimliğin mağduriyetini oluşturan deneyimlerden uzak
yaşayıp (başörtüsü yüzünden mecbur Amerika’da okudu, Kürt kadın olduğu için
mecbur Birleşmiş Milletler kalkınma projesinin yöneticiliğine soyundu,
Türkiye’de ötekileştirildiği için Londra’da mastır yapıyor!) bir yandan da
kimlik üzerinden devşirilen sembolik sermayenin keyfini çıkarır.” Ben size bu
cümleyi tercüme edeyim: “Ahmet Türk de ağaymış zaten.” Hiç cevap vermiyorum.
Merak eden kim cezaevinde, kim ihraç edilmiş, kimin başına ne gelmiş açar
bakar. Dile dikkatinizi çekmek istiyorum ama çünkü muktedirlerin diliyle bu dil
arasındaki benzerlik çok önemli. “Boğaz'da viski içenler” diyen dil bu. Biraz
dikkatli bakınca görünüyor.
“LGBT kimlikler de cinsiyet ve cinselliğin
ötesinde politiktir.” Kişi bunu söylemekle de bir şey söylemiş olmaz. Buradan
sonra “Türkiye’de de anaakım feministlerin bir türlü sormadığı ‘Trans kimdir?’
ve ‘Onu illa trans aktivistler mi temsil eder?’” sorularına da değinmiş sayın
yazar. Tanımlamak lazım demek ki, sınıflandırmak lazım. Neredeyse Translık eğer
Trance müziği sevmekse dört dörtlük transım diyecek. Ciddiyetimi muhafaza edemedim,
kusura bakmayın. Ama “Aleviyim diye ortaya çıkıp Hz. Ali'nin yaşam şeklinden
uzak olanlara söyleyecek hiçbir şeyim yok” diyen dili görüyor musunuz?
Dikkatlice bakın. Başka ne diyor sayın yazar, “...yapılan araştırmalara
bakarsak trans, lezbiyen ya da gay diye sorunsuz bir kategori olmadığını
görürüz.” Yani, neymiş? Siz aslında yoksunuz. Bilimsel olarak kanıtlanmış. Yani
tikel bir biçimde tanımlanmayı reddediyorsanız yoksunuz.
“Anaakım feminizmin kaçındığı başka bir soru da
şu; nasıl oluyor da trans aktivistler cinsiyetin maddiliğini sorgulayabilecek
kadar güçlenebiliyor da cinsiyet belasından muzdarip diğerlerinin sesi pek
duyulmuyor? Mesela bugün günde en az bir kadın öldürülüyorsa, onlarca hatta
yüzlerce kadın da ölümle tehdit ediliyor ama ortada ‘hayatı tehlikede olan
kadınlar’ diye bir kimlik yok.” Bakın mesela bu da yok. Yazar yok diyorsa yok
çünkü yazar biliyor. Dünyanın sömürüden fazlasıyla nasibini almış bir kıtası
“nos están matando” diye inliyor olabilir. Ama yazar biliyor, böyle bir kimlik
yok. Neden? “Çünkü neoliberal kimlik ve çokkültürcülük ideolojisi sisteme
ilişkin yapısal eleştirilere ya da neoliberal patriyarkanın yol açtığı
mağduriyetlerin dillendirilmesine izin vermiyor.” Neoliberal kimlik ve
çokkültürcülük ideolojisi nedir? Bilmiyoruz. Ama belli ki çok güçlü bir şey, o
izin vermezse bir şey dillendirilemiyor. Haliyle bir şey dillendirilebiliyorsa
tam da küresel güçler istediği için, bunlar hep Amerika'nın oyunu ve buradan
sonra önümüz açık. Dildeki benzerliği görüyor musunuz?
“Batılı bilimin öncelikli araştırma gündemi ve
yine Batı’dan finanse edilen sivil toplumculuk sayesinde ‘demokratikleşmeci
kimlik’ olarak sahneye çıkan hemen herkes orantısız şekilde palazlandırılıyor.”
Yani yazar diyor ki, Batı sizi palazlandırıyor, Batı sizi finanse ediyor.
Nasıl? Ayıp mı? Sayın yazar yerine ben söyleyeyim, ayıp diye bir şey de yok.
Eskide kaldı. “Batı tarafından finanse edilen sivil toplumculuk” diyor bakın.
Cezaevindeki arkadaşlara diyor, ihraç edilenlere. AB fonu diyor. Erdoğan başka
bir şey mi diyordu? Demokrasi diye sizi palazlandırıyorlar çünkü hep Batı’nın
oyunu bunlar diyor. Der. Çünkü Alevi'yi, Kürt'ü, transı falan tanımlamaktan
“edep” nedir onu tanımlamayı unuttuk. Batılı bilim diyor mesela, yerli ve milli
olmayan bilim değil mi bu? Alatlı burada saklı değil mi? AKP gökten zembille
inmedi işte, tam da bu cümleleri kurmaya müsade eden kültürel kodların üstünde
oturuyor.
“Trans aktivistler bir zamanlar ana akım
feminizmin onayladığı kimlik inşası prosedürüne harfi harfine uyuyor ve her
şeyi doğru yapıyor; ırkçılık ve beyaz Türklük suçlaması, intihara sürüklenen
trans haberi üzerinden mağdurluk anlatısı, bir zamanların ‘eril dil’ avcılığına
tıpa tıp benzeyen fobik ifade avcılığı, solun cesedinin üzerinde tepinerek
yapılan demokratikleşme ve iktidarı kırışalım çağrısı.” Nasıl, ayıp mı?
Utandınız mı? Ben utandım, onun için yazıyorum. Başka birkaç şeyin de altını
çizmek için.
1. Bilimsel ve düşünsel çalışmalar ciddi bir emek
sonucu ortaya çıkar. Kıymetlidir. “Neoliberal çokkültürlü hegemonik ideolojik
kimlik” falan diye her biri ciddi düşünsel emek sonucu oluşmuş kavramları çorba
etmek bu emeğe saygısızlıktır. “Herkesin az çok bildiği gibi” diye cümleye
başlayıp öznel yargılarla devam etmek de iktidar sahiplerinin taktiğidir, hoş
değildir.
2. İnsanların yıllarca hapis yattıkları, hayatlarının mahvedildiği ülkede çıkıp
“Batı'nın finanse edip palazlandırdığı sivil toplum” falan demek ayıptır. Biraz
bekleyin, hapisten çıksınlar, sonra yüzlerine söylersiniz. Batılı bilim diyerek
insanları aşağılamayın, onların söylemedikleri sözlere cevap vermeyin. Burada
benim yaptığım gibi tırnak işareti içerisine alıntıyı yazın, ona cevap verin.
Yoksa “bunlar aydın değil karanlık” diyenlerden farkınız kalmaz. Böyle baskı
ortamlarında hoş değil.
3. Tanımlama hoş bir şey değildir, çoğu kez haddinize de değildir. Tanımlamaya
değil anlamaya çalışırsanız daha hoş olur.
4. Türkiye'nin en ciddi sorunlarından biri 'gavur düşmanlığı'dır. Ötekine
yönelen nefrettir. Biz-onlar ikiliğinin getirdiği kutuplaşmadır. Sonuçlarını
merak eden Ekin Wan'ın çıplak bedeninin paylaşıldığı sosyal medya hesaplarına
ve oralarda yapılan yorumlara baksın. Evet, bu vahşet Avrupa'da protesto
edildi. Türkiye'de protesto edilemediği için. Ben burada dalga geçilecek bir
şey göremiyorum. Hüzünlü bir şey var burada. Onun arkasından da ufak bir
Süleyman Soylu sesi çarpıyor kulaklarıma: “Dışarıda hainlik yapıp, içeride,
Türkiye'de keyfini, sefasını sürmek bundan sonra kolay değil.” Aynı şeydir
demiyorum kuşkusuz yanlış anlaşılmasın, ama dildeki benzerliği görüyorsunuz
sanıyorum. Bu benzerlikle mücadele etmek gerektiği kanısındayım. Bu çerçevede
yazdığım bu yazıda haddimi aştıysam kusuruma bakmayacağınızı umarım. Bu dili
farklı mecralarda yeniden üretmenin yalnızca iktidara yaradığını düşündüğüm
için yazdım. Bütün kaygım budur.
Notlar
* Bu yazı ilk olarak kişisel Facebook hesabımda 18 Ağustos 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder